Çin’in Batı hegemonyasına karşı yükselen yeni bir uluslararası düzende oynadığı rolü anlamak için, yani BRICS’in kurumsallaşmasına giden süreci kavramak için kısaca BRICS’in kuruluşunda öncü rol oynayan Çin’in 1949 sonrası dış politika yaklaşımına ve değişimine yakından bakmak gerekir. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte Mao Zedong liderliğinde, ulusal bağımsızlık ve dünya genelinde sosyalist mücadeleyi destekleme doğrultusunda şekillenen bir dış politika benimsendi. Mao dönemi, Çin’in uluslararası sahnede bağımsız bir güç olarak konumlanmasını sağlamak için anti-emperyalist ve devrimci bir söylemi merkeze aldı.
Mao Dönemi: Anti-Emperyalizm ve Devrimci Mücadele
Burada önemli bir nokta Çin-Sovyet ilişkilerinde yaşanan değişimdir.
Mao Zedong’un dış politika konsepti, Çin’in Sovyetler Birliği ile başlangıçtaki güçlü ilişkisine rağmen, zamanla ideolojik ve stratejik bir ayrışmaya sahne olan değişim yaşanmıştır. Mao’nun Sovyetler ile ayrılığı, 1950’lerin sonlarından itibaren belirgin hale geldi ve bu ayrışmanın birkaç temel nedeni bulunuyordu. Kısaca bunları söyleyelim:
Birincisi, Sovyetler Birliği’nin “barış içinde bir arada yaşama” politikasına karşı Mao’nun sert eleştirileriydi. Mao bunun Moskova’nın, Batı ile uzlaşma ve emperyalizmle mücadeleyi sınırlandırdığını düşünüyordu. Mao, Batı’ya karşı devrimci mücadeleyi ön planda tutmak gerektiğini ve Sovyetlerin uluslararası sosyalist mücadeleye liderlik etme konusundaki isteksizliğini eleştiriyordu. Bu, Çin’in kendi bağımsız devrimci çizgisini belirlemesine yol açtı ve Çin’i, Batı ve Sovyetler arasında üçüncü bir yol olarak konumlandırdı.
İkinci önemli nokta ise Sovyetler Birliği’nin “destalinizasyon” sürecine Mao’nun tepkisiydi. Kruşçev’in, Stalin’in mirasını eleştiren ve Sovyetlerde yönetimi daha yumuşak bir çizgiye taşıyan politikaları, SBKP’nin 20. Kongresi, Mao tarafından Marksist-Leninist ideallere ihanet ve ideolojik bir zayıflık olarak görüldü. Mao, Kruşçev’i ve Sovyet yönetimini devrimci ilkelerden uzaklaşmakla suçladı ve Çin, bu süreçte “devrimci saflığı” koruyan lider olarak kendini konumlandırmaya çalıştı. Bu ideolojik ayrışma, iki ülkenin uluslararası komünist hareket üzerindeki liderlik mücadelesine dönüştü ve Çin’in Sovyet etkisinden bağımsız bir yol çizmesine neden oldu.
Bu bağlamda Mao’nun, “barış içinde bir arada yaşama” konseptini ve Stalin’den arınma anlamına gelen “de-stalinizasyon” eleştirilerini merkeze alan bu ideolojik ayrışması, Çin’in Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki “Üçüncü Dünya” ülkelerine yönelik bağımsız bir liderlik sunmasına zemin hazırladı. 1955 Bandung Konferansı, Çin’in bu liderlik iddiasını sahnelediği en önemli noktalardan biri oldu.
Konferans, Çin’in, sömürgecilikten kurtulma mücadelesi veren ülkelerle kurduğu dayanışmanın sembolü haline geldi. Nitekim Zhou En Lai’ın daha önce Hindistan’dan gelen mevkıdaşıyla görüşmede açıkladığı “Barış içinde yaşamanın 5 ilkesi”, konferansın sonuç bildirgesinde yer aldı. Batı ve Sovyetler arasındaki güç dengesine meydan okuyarak, bağımsız kalkınma ve ulusal egemenlik arayışındaki ülkelerle işbirliği kuruldu.
Deng Xiaoping Dönemi: Pragmatizm ve Ekonomik Büyüme
Deng Xiaoping dönemi ise, Çin’in dış politikasında pragmatik ve ekonomik büyümeye odaklanan bir dönüşüm getirdi. ABD ve Batı ile ilişkiler “kilit nokta” ilan edildi, bu Mao döneminde ezilen dünya ülkeleriydi. “Reform ve açılma” politikaları, Çin’in küreselleşme sürecine entegre olmasını ve Batı pazarlarıyla güçlü bağlar kurmasını sağladı. Deng’in uluslararası politika yaklaşımı daha az ideolojik, daha çok ekonomik güce dayalıydı. Bu dönemde Çin, yükselen bir ekonomik güç olarak Batı ile uyumlu ilişkilere öncelik verdi. Deng’in “saklan ve zamanını bekle” adını koyduğu stratejisi, bir yandan da Çin’in güçlü bir uluslararası role bürünmesini sessizce geliştirdi. Bu 90’larda artan serbestleşme ve Batı ile uyumu da artırdı. Bu uyum 90’lar ve Hu Jintao’nun liderliğindeki 2006’lara kadar arttı. 2006’daki ÇKP’nin 16. Parti Kongresinde devletçilik vurguları yeniden ön plana çıktı.
Xi Jinping Dönemi: Yeni Bir Sentez
2010’larda Xi Jinping dönemi ise hem Mao’dan hem de Deng’den alınan mirası birleştirdi diyebiliriz. Çin’in uluslararası liderlik iddiasını (özellikle gelişmekte olan ülkeler için) ve ideolojik söylemini yeniden güçlendirdi. Xi’nin dış politika vizyonu, “Çin Rüyası” ve Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ve BRICS üzerinden şekilleniyor.
Bu tarihsel arka plan, BRICS ve ŞİÖ gibi benzeri yapıların kuruluşuna giden yolun taşlarını döşedi. Çin’in, mazlum ülkeler için ideolojik ve stratejik bir alternatif sunma geleneği, BRICS’in temel prensiplerine yansıyan bir mirastır. BRICS, ekonomik ve siyasi işbirliği aracılığıyla Batı hegemonyasına karşı duruşu güçlendirirken, Mao’nun devrimci liderlik vizyonundan ilham alarak Küresel Güney’in bağımsızlık arayışına yanıt verecek bir platform oluşturdu. Ekonomik işbirliği, finansal bağımsızlık ve çok taraflılığın teşviki gibi temalar, BRICS’in Küresel Güney için alternatif bir yol sunmasına ve Batı’nın dolarizasyon temelli finansal sömürüsüne karşı bir direnç merkezi haline gelmesine olanak tanıdı.
Çok Kutuplu ve Adil Bir Dünya Düzenine Doğru
Özetle BRICS’in doğuşunda Çin’in Sovyetlerden ayrı bir yol izlemesi, ideolojik bağımsızlığını tesis etmesi ve Küresel Güney’in çıkarlarını savunarak bağımsız bir uluslararası liderlik üstlenme çabası etkili oldu. Mao’dan Xi’ye uzanan çizgide, Çin’in yükselişi ve bu bağlamda BRICS’in sunduğu fırsatlar, Batı hegemonyasına alternatif bir düzen inşa etme potansiyelini bugün güçlü şekilde ortaya koyuyor. Çin’in liderliği altında, BRICS ve diğer çok taraflı yapılar, yalnızca ekonomik işbirliğini değil, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerin daha adil ve eşitlikçi bir uluslararası düzene katkı sağlamasını amaçlayan yapısal bir değişimi de temsil ediyor. Bu, bu yüzyılın gidişatını belirleyen en önemli gelişmedir diyebiliriz.
BRICS, kuruluş amacı ve ortaya koyduğu ekonomik-siyasi yapılarla, dünya devletlerinin emperyalist-kapitalist düzende bağımlı oldukları tek kutuplu düzeni sorgulamalarını sağlayan önemli bir platform haline gelmiştir. Batı merkezli küresel sistem, özellikle gelişmekte olan ülkeler için borç bağımlılığı, tek taraflı ticaret anlaşmaları ve uluslararası finans kurumları aracılığıyla dayatılan politikalarla şekillenmişti. Bu bağlamda, BRICS’in sunduğu alternatif model, bağımlılık ilişkilerinden kurtulmanın yollarını arayan ülkeler için umut vaat eden bir yönelim sunuyor.
Kamucu ekonomi modelinin yükselişi, BRICS ülkelerinde halk yararına kalkınma planlarının hayata geçirilmesi için önemli bir zemini oluşturur. Bu model, piyasa güçlerine teslimiyetin aksine, stratejik ve planlı kalkınmayı benimseyerek eşitsizliğin ve kalkınma uçurumlarının azaltılmasına katkıda bulunuyor.
BRICS’in daha adil ve insan merkezli bir dünya düzeni yaratma çabaları, Batı’nın “kurallara dayalı uluslararası düzen” olarak tanımladığı, ancak esasen Amerikan hegemonyasının çıkarlarını ve Batılı devletlerin ayrıcalıklarını korumayı hedefleyen yapıya karşı bir meydan okumadır. Bu sözde kurallara dayalı düzen, BRICS’ın kuruluş felsefesinde “tek taraflı müdahalelerle, zorlayıcı ekonomik yaptırımlarla ve ulus devletlerin iç işlerine müdahaleler” olarak vurgulanır. BRICS, buna karşı Amerikan hegemonyası merkezli uluslararası düzenin tek taraflılığını reddederek, çok kutuplu, insan odaklı, kazan-kazan yaklaşımıyla şekillenen bir dünya düzeni için gerekli zemini yaratır. Bu yaklaşım, ülkemiz başta olmak üzere gelişmekte olan ülkeler ve Küresel Güney’in diğer temsilcileri için, daha eşitlikçi bir dünya düzenine duyulan özlemi somutlaştırmaktadır.
Bu makale Teori Dergisi tarafından düzenlenen bir video etkinliğinden alınmıştır.
Kaynak