Türkiye, on yıllardır medeniyetlerin kesişme noktası olagelmiştir; Avrupa ile Asya’yı, NATO ile Orta Doğu’yu, İslam ile sekülarizmi, demokrasi ile stratejik pragmatizmi buluşturan benzersiz bir jeopolitik konuma sahiptir. Ancak Türkiye’nin dünya sistemi içindeki konumu, özellikle NATO ve Avrupa siyasi alanı başta olmak üzere Batılı ittifaklara katılımıyla sınırlanmıştır. Bununla birlikte, dünyadaki son gelişmeler bu geleneksel formatları sarsmaya başlamış ve yeni stratejik yönelim olanaklarını açığa çıkarmıştır. Bu yeni olasılıklar arasında, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile giderek artan angajmanı belki de en önemlisidir. Sadece diplomatik bir flört değil, ŞİÖ ile kurulan bu temas, Ankara için devrimsel sonuçlar doğuracak ve örgütün kendisi için de zenginleştirici bir getirisi olacak pragmatik bir yeniden hizalanmayı temsil etmektedir.
Başlangıçta Çin, Rusya ve Orta Asya cumhuriyetleri arasında bölgesel bir güvenlik antantı olarak tasarlanan ŞİÖ, zamanla güvenlik, ekonomik işbirliği, terörle mücadele ve bölgesel bütünleşmeyi kapsayan daha geniş bir forum haline dönüşmüştür. Hindistan ve Pakistan’ın üyeliğiyle genişlemesi ve Avrasya’daki artan önemi, örgütün artık yalnızca bölgesel güçlerin kulübü olmadığını; çok kutuplu bir dünya kurma iddiası taşıyan yükselen bir jeopolitik blok olduğunu kanıtlamaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin jeopolitik rolünün görmezden gelinmesi artık düşünülemez. Bir G20 ekonomisi, askeri güç, İslam dünyasında diplomatik ağırlığa sahip bir ülke ve Avrupa ile Orta Doğu’ya açılan bölgesel bir kapı olarak Türkiye, ŞİÖ’nün küresel statüsünü yükseltmeye oldukça elverişli bir konumdadır.
Türkiye’nin ŞİÖ üyeliği, uzun zamandır beklenen bir dış politika çeşitlendirmesidir. Avrupa Birliği ile başarısız ve uzayan üyelik müzakereleri, Batı merkezli diplomasinin zayıflıklarını açığa çıkardı. Öte yandan NATO içindeki gerilimler—Türkiye’nin Suriye’de tek taraflı askerî müdahaleleri, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması ve Doğu Akdeniz’deki iddialı enerji arayışları—Ankara’nın yeni ittifaklarla doldurmak istediği bir stratejik boşluk yarattı. ŞİÖ, Türkiye’nin ideolojik önyargılardan bağımsız olarak ulusal çıkarlarını takip edebildiği ve bölgesel gündemlerini—ister Orta Asya, ister Kafkasya, ister Türk dünyası olsun—kurumsallaştırabildiği bir platform sunmaktadır.
Bunun ötesinde, ŞİÖ Türkiye’nin yükselen Avrasyacı vizyonuyla da örtüşmektedir. Son on yılda Türk siyasetçileri ve entelektüelleri Batı’ya kızgınlıktan değil, dünyanın ağırlık merkezinin doğuya kaymakta olduğunu gördüklerinden ötürü yüzlerini doğuya çevirmeye başladılar. İster petrol boru hatlarında, ister siber ağlarda, ister savunma ittifaklarında ya da para takası anlaşmalarında olsun, geleceğin çok kutuplu olduğu açıktır. ŞİÖ, Türkiye’ye yalnızca Çin, Rusya ve Hindistan gibi büyük güçlerle ekonomik işbirliği için değil, aynı zamanda aşırılık, ayrılıkçılık ve sınır aşan suçlar gibi doğrudan Türk ulusal çıkarlarını ilgilendiren bölgesel güvenlik sorunlarına kolektif yanıt için de bir forum sağlamaktadır.
Türkiye’nin ŞİÖ üyeliği aynı zamanda örgütün kurucu üyeleri ile daha geniş İslam toplumları arasındaki kültürel ve medeniyetler arası mesafeyi de kapatmaya yardımcı olabilir. Müslüman çoğunluğa sahip laik bir devlet olarak Türkiye, Avrasya yönetişim modelleri ile İslam dünyasının bakış açıları arasında aracılık edebilecek melez bir kimliğe sahiptir. Bunun Çin’in Sincan konusundaki hassasiyetleri ya da İslam’ın modern devlet yönetimindeki rolüne dair daha geniş çerçeveler için özel bir uygulanabilirliği bulunmaktadır. Türkiye’nin üyeliği, örgütün Müslüman çoğunluklu devletler nezdinde meşruiyetini güçlendiren ve kutuplaşmayı ideolojik düzlemde dengeleyen “yumuşak dengeleme” stratejisinin uygulanmasına imkân verebilir.
Türkiye’nin üyeliği, ŞİÖ açısından da kayda değer stratejik kazançlar doğuracaktır. Bu üyelik, örgütü Doğu Akdeniz’e açacak, NATO’nun Müslüman çoğunluklu tek üyesi üzerinde doğrudan etki sağlayacak ve enerji güvenliği, mülteci hareketleri ve altyapı entegrasyonu gibi konularda çok arzu edilen bir ortaklık kazandıracaktır. Türkiye’nin savunma sanayisi, lojistik kapasitesi ve BM’den İslam İşbirliği Teşkilatı’na kadar çok taraflı kurumlarda sahip olduğu diplomatik etkinlik, ŞİÖ’yü mevcut bölgesel mekanizmasından çıkarıp küresel ölçekte sonuç doğuran bir kuruma dönüştürmeye yardımcı olabilir. NATO ve G7 gibi kurumların giderek elitist ve ideolojik olarak doktrinleşmiş yapılar olarak görüldüğü bir dönemde, ŞİÖ’nün pragmatizmi ve eklektizmi onun asıl gücünü oluşturmaktadır. Türkiye ise bunun doğal evi konumundadır.
Şüpheciler, Türkiye’nin NATO üyeliği ve onlarca yıllık Batı yöneliminin ŞİÖ ile bütünleşmesini imkânsız veya çatışmalı kıldığını düşünmek isteyebilir. Ancak bu, artık geçerliliğini yitirmiş olan kapalı bloklara dayalı uluslararası hizalanma modeline dayanmaktadır. Günümüz jeopolitiği kapalı bloklardan değil, çakışan nüfuz alanlarından oluşmaktadır. Hindistan ve Pakistan, ŞİÖ üyesidir ama aynı zamanda Batı ile de yakın ilişkilere sahiptir. Çin bile ABD ve Avrupa ile ticaret yoluyla derin bağlara sahiptir. Gelecek, birden fazla ittifakı aynı anda yönetebilen, stratejik özerklik arayabilen ve değişen dengeleri özümseyebilen ülkelerindir. Türkiye’nin ŞİÖ başvurusu bir “Doğu’ya dönüş” değil, çok boyutlu diplomasiyi benimsemedir.
Sonuç
Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ndeki hamlesi, ne sembolik ne de kısa vadeli taktiksel bir diplomatik manevra olarak okunmalıdır; bu, vizyona dayalı ve zorunlulukla yönlendirilmiş bir stratejik yeniden hizalanmadır. Türkiye için ŞİÖ, Batı kurumlarının sınırlamalarını aşma, kendi jeopolitik kimliğini tasarlama ve karşılıklı çıkarlara dayalı ittifaklar arama kapısını açmaktadır. ŞİÖ için ise Türkiye, medeniyetler arası erişimini genişletme, işlevsel rolünü güçlendirme ve kendini yükselen çok kutuplu dünya düzeninin gerçek bir temsilcisi olarak konumlandırma imkânı sunmaktadır.
Bu bir sıfır toplamlı oyun değildir. Türkiye, sert bir NATO üyesi olarak kalabilir ve aynı zamanda Avrasya kurumlarıyla daha fazla karşılıklı bağımlılık kurma iştahını kaybetmeden yol alabilir. Tarihi ve coğrafyası onu böylesi bir esnekliğe zorlamaktadır. Mesele blok sadakati değil, giderek belirsizleşen ve akışkanlaşan bir dünyada bağımsız bir oyuncu konumunda kalabilmektir.
Önümüzdeki yıllarda dünya liderliği mücadelesi yoğunlaşırken ve kurumlar değişip yıkılırken, dünyalar arasında hareket edebilme becerisi en önemli beceri olacaktır. Türkiye, ŞİÖ ile ilişkisini daha da pekiştirerek yalnızca kendi stratejik çıkarını gözetmekle kalmayacak, aynı zamanda daha dengeli, kapsayıcı ve gerçekçi bir dünya düzeninin inşasına da katkıda bulunacaktır. Bu, Batı’dan bir kopuş değil; güçlerin, kimliklerin ve çok yönlü diplomasinin ortak bir dünyasına doğru bir yöneliştir.