Sun Yat-sen, 12 Şubat 1912’de Qing Hanedanı’nın çöküşünün ardından, Yuan Shikai’yi söz verdiği gibi Çin Cumhuriyeti’nin yeni cumhurbaşkanı olarak kendisi yerine aday gösterdi. 10 Mart 1912’de Çin Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı görevine başlamış olan Yuan Shikai, Nisan 1912’de Pekin’i Çin Cumhuriyeti’nin yeni başkenti ilan etti. Bu kararının başlıca nedeni, kendi emrindeki ordusu ve destekçilerinin Pekin’de bulunmasıydı. Tüm idari kurumlar (Geçici Senato, bakanlıklar) Nanjing’den Pekin’e taşındı. Bu süreçte cumhuriyetçi aydınlar ile Yuan Shikai arasında organik bir bağ kurulamamış, çoğu cumhuriyetçi uygulama kağıt üzerinde kalmıştı.

1912’de Çin’de çok sayıda siyasi parti ve dernek ortaya çıkmıştı. Song Jiaoren (宋教仁, sağda) gibi Tongmenghui liderleri, Yuan Shikai’in askeri/siyasi baskınlığına karşı ve Tongmenghui’nin daha geniş bir koalisyona dönüşebilmesi için mevcut bazı parti ve derneklerle birleşerek kapsayıcı bir parti kurma işine girişti.
Guomindang ismini taşıyan ilk parti; Tongmenghui, Birleşik Cumhuriyetçi Parti (Tongyi Gonghedang), Ulusal Kamu Partisi (Guomin Gongdang), Ulusal İlerleme Birliği (Guomin Gongjinhui) ve Cumhuriyetçi Pratik Birliği (Gonghe Shijinhui) gibi parti ve derneklerin 11 Ağustos 1912’de resmi olarak birleşmesiyle oluştu. Partinin fiili liderliğini ise Song Jiaoren üstlenmişti.
Bu parti ve dernekler, isimlerinin farklılıklarına rağmen, temelde benzer amaçlar güdüyor, çoğu da monarşi destekçilerinin içinden kopan ilerici bireylerden oluşuyordu. Ortak amaçları siyasi sistemi monarşiden uzaklaştırarak daha akılcı bir yönde değişime uğratmaktı. Parti ve dernek isimleri, belirli bir programın öngördüğü net bir gelecek istemini işaret etmek yerine, dönemin popüler fikirlerine atıfta bulunuyordu. Demokrasi, Cumhuriyet, Ulusçuluk, Çin’in geleceğe uzanan yolculuğunda atması gereken bazı adımları temsil ediyordu.
Çin’deki ilk genel seçimler, 1912 Aralık ve 1913 Ocak tarihleri arasında onlarca partinin katılımıyla “iki dereceli seçim” sistemi uyarınca gerçekleşti. Yuan Shikai’in kendi adına bir partisi yoktu, ancak İlerleme Partisi (进步党) gibi anayasal monarşiyi destekleyen partilerle bağları kuvvetliydi. Seçimlerde Guomindang, 269 sandalye kazanarak Temsilciler Meclisinde çoğunluğu elde etmişti. Yaklaşık 43 milyon kayıtlı seçmenin (nüfusun %10’u) olduğu bu seçimlerde Guomindang’ın kazandığı zafer, Yuan Shikai’yi rahatsız etmiş, Mart 1913’te Guomindang’ın fiili lideri Song Jiaoren, tren garında uğradığı bir suikast saldırısı neticesinde hayatını kaybetmişti.
Cumhuriyetçilerin sert eleştirilerine maruz kalan Yuan Shikai, Çin genelindeki otoritesini Çin’in tüm bölgelerine ordusundan komutanlar atayarak korumaya çalışıyordu. Daha sonra yaşanacak “savaş ağaları” döneminin koşullarını da bu uygulama oluşturdu.
Tüm bunlara tepki olarak, 12 Temmuz 1913’te Jiangxi, Anhui ve Guangdong eyaletleri bağımsızlıklarını ilan etti ve Sun Yat-sen önderliğinde ayaklanmalar başlatıldı. “İkinci Devrim” (birincisi Xinhai Devrimi) olarak adlandırılan ayaklanma, Beiyang Ordusu karşısında kısa sürede bastırıldı. 1 Eylül’de Nanjing’in düşmesiyle direniş sona erdi; 12 Eylül’e gelindiğinde tüm cepheler Yuan’ın kontrolüne girmişti. Bu yenilgi, Guomindang’ın yasaklanmasına ve Sun Yat-sen’in Japonya’ya sürgün edilmesine yol açarak cumhuriyetçi muhalefeti bir süreliğine susturdu.
Bu Süreçte Zhou Shuren

1912 başlarında, daha sonra ismini çok duyacağımız Cai Yuanpei (蔡元培, solda), Nanjing Geçici Hükümeti’nin ilk Eğitim Bakanı olarak atanmıştı. Cumhuriyetin ilanıyla beraber, eğitim sisteminde modernleştirme çalışmaları yoğunlaşmıştı. Zhou Shuren, bu gelişmeler sırasında Shaoxing Lisesi’nde Okul Müdürlüğü ve Fizyoloji Öğretmenliği yapıyordu. Kısıtlı imkan ve yerel uygulamalardan memnun değildi. Shuren’in arkadaşı Xu Shoushang, yeni kurulan Cumhuriyetin farklı kurumlarında üst düzey görevler almıştı ve başta Cai Yuanpei olmak üzere eğitim bakanlığında çalışan üst düzey isimlerle yakın ilişki içerisindeydi. Xu Shoushang, Cai Yuanpei’e Shuren’dan bahsettiğinde, Cai Yuanpei, Shuren’in adını duyduğunu ve eğitim bakanlığında görev almasının faydalı olacağını belirtti ve bir mektupla Shuren’e Eğitim Bakanlığında çalışması için resmi davet gönderdi.

Yuan Shikai, Nisan 1912’de Pekin’i Çin Cumhuriyeti’nin başkenti ilan etmesiyle tüm idari kurumlar Nanjing’den Pekin’e taşındı demiştik. Eğitim Bakanlığı da mayıs ayına doğru Pekin’e taşındı. Shuren, Nanjing’de bir süre kaldıktan sonra diğer memurlar gibi Pekin’e taşındı. Pekin’de memleketinin adını taşıyan Shaoxing Misafirhanesi’ne (绍兴会馆, sağda) yerleşti (会馆 farklı bir şehirde yaşayan hemşerilerin kurduğu dernek/misafirhane tipi bir yapıdır, hemşeri derneği).
Yuan Shikai ve cumhuriyetçiler arasındaki siyasi gerilimin zirve yaptığı “İkinci Devrim” sürecinden sonra çoğu cumhuriyet kurumu işleyişini sürdürse de idari uygulamalar geçmişe meylediyordu. Sarayda imparatorluk ritüellerine geri dönülmeye başlanmış, Yuan Shikai, Aralık 1915’te kendi destekçileriyle dolu olan danışma meclisini (参政院) arkasına alarak imparatorluğunu ilan etmişti. Saray dışında yükselen sert muhalefet ve yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle, Yuan Shikai’in imparatorluk iddiası ancak 83 gün sürdü. Mart 1916’da imparatorluk feshedilmiş, Haziran 1916’da ise Yuan Shikai böbrek hastalığı sebebiyle hayatını kaybetmişti.
Tüm bu gelişmeler sırasında Zhou Shuren, gündüzleri bakanlıkta çalışıyor, geceleri ise çalışma odasında antik Çin metinlerini kopyalayarak zaman geçiriyordu. Bu süreci ve Lu Xun ismini ilk kez kullandığı Bir Delinin Günlüğü eserinin yazımını, Zhou Shuren’in Haykırış adlı eserinin önsözünden alıntılayarak aktaralım:
Shaoxing Misafirhanesi’nde üç oda vardı. Rivayete göre, vaktiyle avludaki bir akasya ağacına kendini asarak ölen bir kadın olmuş; şimdi akasya artık erişilemez derecede büyümüş, fakat bu odada hâlâ kimse oturmuyordu. Yıllarca ben bu odada kalarak eski taş yazıtların kopyasını çıkardım. Ziyaretime pek az kimse gelirdi, taş yazıtlar arasında da ne bir sorun ne de bir “dava” ile karşılaşıyordum; fakat hayatım sessiz sedasız tükenip gidiyordu; bu da benim tek dileğimdi. Yaz gecelerinde sivrisinekler çoğaldığında, yelpazeyi sallayarak akasya ağacının altında oturur, sık yaprakların arasından parça parça görünen gökyüzüne bakardım; akşamları çıkan akasya tırtılları da sık sık buz gibi bir serinlikle başıma, boynuma düşerdi.
O sıralarda ara sıra yanıma sohbet etmek için gelen eski bir dostum vardı: Jin Xinyi (Qian Xuantong). Büyük deri çantasını eski masanın üzerine bırakır, uzun ceketini çıkarır ve karşıma otururdu. Köpekten korktuğu için, sanki kalbi hâlâ küt küt atıyordu.
“Bunca yazıtı kopyalamanın ne faydası var?”
Bir gece, kopyalarımı karıştırırken araştırmacı bir tavırla böyle sordu.
“Hiçbir faydası yok.”
“O hâlde neden kopyalıyorsun?”
“Hiçbir sebebi yok.”
“Bence bir şeyler yazabilirsin…”
Onun ne demek istediğini anladım: Onlar o sırada Yeni Gençlik (新青年) dergisini çıkarıyorlardı. Ancak o vakitler, kimsenin desteğini almamalarının yanı sıra, karşı çıkan da yoktu. Bu yüzden belki de kendilerini çok yalnız hissettiklerini düşünmüştüm. Arkadaşıma şöyle söyledim:
“Farz edelim ki demirden bir ev var, içinde hiçbir pencere yok ve onu kırıp çıkmak da imkânsız; içinde birçok insan uyuyor ve çok geçmeden havasızlıktan ölecekler. Ama bu ölüm, uykudan doğrudan ölüme geçiş olacak, dolayısıyla hiç kimse ölümün acısını hissetmeyecek. Şimdi sen bağırarak onları uyandırıyorsun; böylece bu talihsiz azınlık, kurtuluşu olmayan bir ölüm acısını çekmek zorunda kalıyor. Onlara karşı böyle davranmakla gerçekten doğru yaptığını mı sanıyorsun?”
“Ne var ki birkaç kişi uyandı mı, bu demir evin mutlaka kırılamayacağını da söyleyemezsin ya.”
Evet, kendi içimde inancım başkaydı; ama söz konusu “umut” olunca onu tamamen reddedemezdim. Çünkü umut geleceğe aittir; benim “asla olmaz” kesinliğimle, onun “belki olur” fikrini çürütemezdim. Böylece sonunda ona söz verdim, yazılar yazacaktım. İşte o zaman yazdım ilk yazımı: Bir Delinin Günlüğü. O günden sonra önü alınmaz bir şekilde devam ettim; dostlarımın ricalarını yerine getirmek için hep kısa hikâye biçiminde yazılar yazdım, hikâyeler zamanla birikti.

Bir Delinin Günlüğü eserinin ardından Lu Xun, Yeni Gençlik’de (新青年, sağda) düzenli olarak yazmaya başladı. Yazıları genellikle, insanların gelenek adı altında belirli bir zümrenin çıkarlarına kurban gittiğinin eleştirisiydi. Feodal düzenin değişim sancıları olarak görebileceğimiz bu eleştiri ve hesaplaşma girişimi, yeni kültür hareketinin bir parçası olarak diğer devrimci odaklarla omuz omuza yol aldı.
“Sadakat” (节) ve “yiğitlik” (烈) kelimeleri eskiden erkekler için de birer erdem sayılırdı. Bu yüzden “sadakatli adam” (节士) ve “şehit” (烈士) gibi unvanlar ortaya çıkmıştı. Ancak günümüzde “sadakat ve iffeti yüceltmek” (表彰节烈) sadece kadınlara özgü hale geldi; artık erkekler bu tanımın dışında kalıyor.
Günümüz ahlakçılarının görüşüne göre bu kavramlar şöyle tanımlanıyor:
Sadakat (节), bir kadının kocası öldükten sonra asla yeniden evlenmemesi, kaçmaması ya da bir başkasıyla ilişkiye girmemesidir. Kocası ne kadar erken ölürse ve ailesi ne kadar yoksulsa, kadının bu sadakati o kadar övülür.
Yiğitlik (烈) ise iki şekilde olur:
Kadın ister evli olsun ister olmasın, kocası öldüğü anda hemen kendini öldürmesi.
Tecavüz girişimi olduğunda, kendini öldürmeye çalışması ya da direnerek öldürülmesi. Bu durumlarda, ne kadar acı çekerek ve zor şartlarda ölürse, o kadar “yiğit” sayılır.(Namus Anlayışım, Temmuz 1918).
Lu Xun’un Namus Anlayışım (我之节烈观) adlı denemesini yazdığı dönemde Çin’de kadınlar, binlerce yıllık feodal ataerkil geleneklerin yarattığı son derece ağır ve baskıcı bir toplumsal cendere içinde yaşıyorlardı. Bir kadın kocası öldüğünde, ne kadar genç olursa olsun, bir daha asla evlenmemesi beklenirdi. Hayatının geri kalanını çile çekerek, kendini çocuklarına adayarak ve erkeğin ailesine hizmet ederek geçirmesi istenirdi. Duruma göre ondan intihar etmesi veya en azından bunu denemiş olması bile beklenirdi. Tarih kayıtları, kocasının ölümünün ardından kendini asan veya zehir içen sayısız genç kadın hikayesiyle doludur. Toplum, bu şekilde “iffetini koruyan” kadınları övüp onurlandırır, hatta devletten “iffet kemeri” veya anıt gibi ödüller alabilirlerdi. Buna karşılık, yeniden evlenmek isteyen bir dul kadın, ailesi ve toplum tarafından aşağılanır, “iffetsiz” ve “namussuz” olarak damgalanırdı.
Bir kadın, kocasından ayrılmak isterse veya terk edilirse, bu durum sadece onun için değil, tüm ailesi için büyük bir utanç kaynağı olurdu. Toplum, “İyi bir kadın iki kere evlenmez” (好女不嫁二夫) inancına sahipti. Boşanmış bir kadın, toplumda hiçbir statüye sahip olamazdı. Ailesi onu geri almak istemez, başka biriyle evlenmesi neredeyse imkânsız olur ve hayatını sürdürmek için çok ağır işlerde çalışmak zorunda kalırdı.
Lu Xun yazılarında, bunlar gibi birçok “insan yiyen” uygulamayı yaratıcı bir dille eleştirdi.
Her şeyi anlamak için dikkatli bir değerlendirme gerekir. Hatırladığım kadarıyla, eski zamanlarda insanlar sık sık insan eti yiyorlarmış, ama bundan tam olarak emin değilim. Bunu araştırmaya çalıştım, fakat tarih kitabımın ne bir kronolojisi vardı ne de sayfaları düzenliydi; her sayfanın her yerine “Erdem ve Ahlak” yazılmıştı. Zaten uyuyamıyordum, bu yüzden gece yarısına kadar dikkatle okudum; ta ki satır aralarında kelimeleri görmeye başlayana kadar; bütün kitap, satır aralarında “İnsan ye” sözleriyle doluydu (Bir Delinin Günlüğü, Üçüncü Bölüm, Nisan 1918).
Belki hâlâ insan eti yememiş çocuklar vardır? Çocukları kurtarın… (Bir Delinin Günlüğü, On Üçüncü-Son Bölüm, Nisan 1918).
Devamı bir sonraki yazıda…