Alibaba Grup’un sahibi ve Çin’in en zenginlerinden milyarder Jack Ma’nın (Çince ismi Mǎ Yún) sahibi olduğu South China Morning Post gazetesinde geçen günlerde bir makale yayımlandı. “Çinli Şirketler Küreselleşmenin Yeni Dalgasına Öncülük Edebilir” adlı bu makale, Pekin merkezli düşünce kuruluşu olan “Çin ve Küreselleşme Merkezi” Başkanı Wang Huiyao imzası taşıyor (ayrıca Çin Devlet Konseyi’nin de eski danışmanıdır). Yazar, küreselleşme ivmesini artırarak ulus ötesi coğrafyalarda üretim ve tedarik altyapısı oluşturmanın Çinli şirketlerin uluslararası rekabette avantajlarını artıracağını vurguluyor.
Oysa küreselleşme denince akla yıllarca Reagan ve Thatcher, neoliberal politikalar ve Batı merkezli ve onun çıkarlarını önceleyen dünya ekonomisi gelirdi: Washington Mutabakatı, IMF reçeteleri, serbest piyasa dogmaları, çok uluslu şirketlerin kontrolündeki ticaret zincirleri… Ancak bugün dünya başka bir eşiğe doğru ilerliyor. Batı’nın liderliğinde tek kutuplu bir düzene evrilen 1990 sonrası dönem hem kendi çelişkileriyle hem de yükselen yeni güçlerin meydan okumasıyla çözülmeye başladı. İşte bu çözülmenin ortasında, Çin giderek daha çok “küreselleşmenin yeni öncüsü” olarak anılıyor.
Bu yeni dönemi ciddiye almak gerekiyor. Çin, 1978’de Deng Xiaoping’in başlattığı “Reform ve Dışa Açılma” politikalarıyla, kendini sosyalist planlamadan tamamen koparmadan küresel kapitalist ekonomiye entegre etti. Düşük maliyetli üretim ve devlet öncülüğünde devasa bir özveri ile “dünyanın fabrikası” haline geldi. Eskiden “Çin için Çin’de” sloganı şimdi “Dünya için Çin’de” halini aldı. Bu süreçte Çin zamanla sadece emek gücüne değil, teknolojiye, altyapıya ve finansmana da hükmeden bir ekonomik aktöre dönüştü. Özellikle Batı’nın sanayisizleşme sürecinde Çin, üretimin merkezi oldu. Ancak bunun bir bedeli vardı: Pek çok gelişmekte olan ülkenin kırılgan sanayisi, Çin’in düşük fiyatlı ürünleri karşısında rekabet gücünü yitirdi.
Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmaz: Çin gerçekten herkesin kazanacağı bir küreselleşme mi öneriyor, yoksa yalnızca merkez değiştirerek oyunu devam ettiriyor?
Trump ve Yeni Düzenin Krizi
Bu sorunun yanıtını anlamak için ABD’nin geçirdiği dönüşüme bakmak şart. Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi (2016–2020), ABD’nin küresel ekonomik sistemdeki liderliğinden zorunlu çekilişini simgeliyordu. Serbest ticarete karşı yükselen korumacı duvarlar, Çin’e karşı açılan tarife savaşı, Tayvan üzerinden yürütülen jeopolitik hamleler ve “Önce Amerika” söylemi… Hepsi Batı’nın inşa ettiği düzenin kendi içinden çöküşünün işaretleriydi.
2025’te Trump’ın yeniden başkanlığa gelmesiyle birlikte, bu eğilimler artık geçici bir sapma değil, Amerikan siyasetinde en azından şu an görünen kalıcı bir yönelim haline gelme sürecinde. ABD, bir kez daha kendi liderliğinde inşa ettiği sözde çok taraflı kurumlardan ve liberal amentüden uzaklaşırken, ulusal çıkarlarını küresel düzene tercih eden sert bir çizgiye yöneldi. Bu durum, yalnızca Çin’i değil, küresel güney ülkelerini de etkileyen bir belirsizlik ortamı yarattı. Çok taraflılığa dayalı klasik küreselleşme anlayışı sorgulanırken, yeni arayışlar da güç kazanmaya başladı.
Çin Tarafından Öne Sürülen Alternatif
Bu boşluğu doldurmaya çalışan aktör ise artık Çin. Xi Jinping liderliğindeki Çin, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel düzlemde de bir alternatif üretmeye çalışıyor. 2013’te ilan edilen Kuşak ve Yol Girişimi, altyapı ve bağlantısallık ekseninde Asya, Afrika ve Avrupa’yı birbirine bağlamayı hedefliyor. 2021 sonrası ilan edilen Küresel Kalkınma Girişimi, Küresel Güvenlik Girişimi ve Küresel Medeniyet Girişimi ise Çin’in çok yönlü bir küresel liderliğe hazırlandığını gösteriyor.
Bu girişimlerin temel söylemi, Batı’nın tek taraflılığına karşı çok taraflılık; hegemonik müdahalelere karşı ortak kalkınma; kültürel tek tipleşmeye karşı medeniyetler arası diyalog, iç işlerine müdahaleye karşı bağımsızlık… BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi yapıların da kuruluş bildirgelerinde yer alan sloganlar bunlar. Yani Çin’in önerdiği model, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi olarak da çok kutupluluğa dayanıyor.
Kusurlarıyla Birlikte Alternatif Arayışı
Ancak Çin’in küreselleşme anlayışı da eleştirilerden azade değil. Afrika ve Asya’daki bazı ülkelerde altyapı projeleri büyük borç yükleri doğurabiliyor. Elbette bunu Batılı kara propaganda makinesinin iddia ettiği gibi bir “Borç Tuzağı Diplomasisi” olduğunu söylemiyoruz.
Serbest ticaretin teşviki, gelişmekte olan ülkelerde yerli üretimi zor durumda bırakabiliyor. Bir örnek vermek gerekirse Türkiye’nin devlet öncülüğünde oluşturmaya çalıştığı yerli otomotiv girişimi TOGG, BYD veya muadilleri gibi Çinli markalar karşısında daha doğuş aşamasından başlayarak piyasa acımasızlığıyla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Yine de bu tabloya bütüncül bakıldığında, Çin’in öncülüğünü yaptığı yeni küreselleşme dalgası, bir tür “alternatif küreselleşme” formu olarak dikkat çekiyor. Bu, küresel kapitalizmin daha adil olacağı anlamına gelmese de tek kutuplu ve müdahaleci Batı modelinin mutlaklığına karşı güçlü bir meydan okuma niteliği taşıyor.
Çok Kutupluluk Emperyalizme Meydan Okur mu?
Bugünün dünyasında Batı merkezli bir yanılsamanın sonuna gelindi. Yani küresel meselelerin çözümü için “tek merkezli hegemonik güçler yeterli” algısı. Eşitsizlik, yoksulluk, sağlık, dijital ve siber saldırı, savaşlar, terörizm vs. gibi sorunlar, Batı’nın çözebileceği değil ancak kendi yarattığı krizlerdir. Bu krizlerin aşılması ise çok kutuplu ve kapsayıcı çözümleri zorunlu kılıyor. Çin’in burada oynadığı rol, bir yandan küresel güneyin sesini temsil ederken, diğer yandan kendi çıkarlarını da elbette merkeze alıyor.
Yani evet, Çin bugünün küreselleşme sürecinde öncü bir aktör. Ancak bu “küreselleşme” 1980 sonrası gelişen ülkelere dayatılan “küreselleşme” ile tamamen aynı değil. Çin’in öncülük etmeye çalıştığı bu “yeni küreselleşme” dalgası, 1980 sonrası gelişmekte olan ülkelere dayatılan neoliberal küreselleşmeden önemli açılardan ayrılıyor. Washington Mutabakatı’nın temel ilkeleri —serbestleştirme, özelleştirme, kamu harcamalarının kısılması ve finansal liberalleşme— Batı’nın öncülüğündeki küreselleşmede birer ideolojik dogma olarak sunulmuştu. Bu süreçte IMF ve Dünya Bankası eliyle gelişmekte olan ülkelere kemer sıkma politikaları dayatılmış, çok uluslu şirketler aracılığıyla yerli sanayiler zayıflatılmış, hatta birçok ülkede ABD karşıtı yönetimler askeri darbelerle ya da “renkli devrimlerle” tasfiye edilmiştir. Batı’nın küreselleşme vizyonu yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmamış, rejim ihracı, “demokrasi” adı altında müdahale ve işgalleri de içermiştir.
Çin’in sunduğu küreselleşme anlayışı ise daha çok pragmatik ve devlet-merkezli bir yapıya sahip diyebiliriz. Pekin, katıldığı projelerde ülkelerin iç işlerine karışmamayı temel bir ilke olarak savunuyor; “demokrasi”, “insan hakları”, “serbest piyasa” gibi kavramları ideolojik bir sopa olarak kullanmıyor. Çin, kalkınma işbirliğini düşük şartlı krediler, altyapı yatırımları ve karşılıklı çıkar prensipleri üzerine kuruyor. Elbette bu modelin de Çin lehine asimetriler taşıdığı, özellikle zayıf ekonomilerde borçlanma riskleri doğurduğu ya da Çin’in üretim fazlasının bu ülkelere ihracını mutlak kıldığı doğrudur. Ancak temel fark şudur: Çin, Batı gibi ideolojik hegemonya peşinde değil; onun küreselleşmesi, çok merkezli ve daha esnek bir yapıya dayanıyor.
Kısacası, Çin tarzı küreselleşme de çıkar odaklıdır, ancak Batı tarzı model dayatmaz; pazar ve rejim mühendisliği yapmaz (en azından şimdilik). Bu yönüyle, çok kutuplu dünyanın yeni arayışlarına daha uyumlu bir çerçeve sunduğu söylenebilir. En önemlisi ise kamu ekonomisinin kritik sektörlerde tekel olduğu Çin tarzı, planlı ve komünist bir parti önderliğinde özel sektörle uyumlu ve onu çoğunlukla yönlendiren ve denetleyen hibrit bir modelden bahsediyoruz. Bu da Batı’nın mazlum ülkelere dayattığı sözde “kurtuluş reçeteleri”nden oldukça farklı bir temelde tezahür etmektedir.
Ancak bu öncülük, mutlak bir kurtarıcılık değil. Çok kutuplu bir düzenin kuruluş sürecinde, Çin’in attığı adımlar önemli olmakla birlikte, bu sürecin yönü; ulusal egemenliğe, devletlerin kalkınmasına ve daha eşit uluslararası ilişkilere ne kadar alan açtığıyla ölçülecek.
Anahtar Kelimeler:
Çin küreselleşme, alternatif küreselleşme, çok kutuplu dünya düzeni, Kuşak ve Yol Girişimi, Xi Jinping dış politika, Çinli şirketlerin yükselişi, Çin ABD ticaret savaşı, Washington Mutabakatı, neoliberalizm eleştirisi, Çin kalkınma modeli, BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü, küresel Güney, borç diplomasisi, Çin devlet kapitalizmi
Meta Açıklama:
ABD’nin küresel liderlikten çekilmesiyle birlikte Çin, ekonomik ve politik bir alternatif olarak küreselleşmenin yeni öncüsü mü oluyor? Bu yazı, Kuşak ve Yol Girişimi’nden çok kutupluluğa uzanan Çin merkezli küreselleşme vizyonunu inceliyor.
ABD Avrupa bayram Bilim BLCU BRICS burs China CSC Culture Deprem Ekonomi eğitim Kore kuşak ve yol Kültür Pekin Rusya Scholarship science Sinciang Sinciang Uygur Ozerk Bolgesi Sino Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Tayvan Trump Turkiye Türkiye University USA Uyghur Wang Yi Xi Jinping Xinjiang ZJUT Çin Halk Cumhuriyeti Şanghay