Search
Close this search box.
Search
Close this search box.
ABD’nin Jeopolitik Stratejisi:Monroe Doktrini’nden Trump’a Değişen Öncelikler
Paylaş

ABD’nin Jeopolitik Stratejisi:Monroe Doktrini’nden Trump’a Değişen Öncelikler

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin dış politikası, tarih boyunca çeşitli evrelerden geçerek bu süreçte hem kendi kıtasında hem de dünyanın diğer bölgelerinde hâkim emperyal güç hâline geldi. ABD’nin dış politikasının bu evrimi, özellikle deniz yolları ve limanlar üzerinden kurulan hâkimiyet stratejisiyle birlikte, günümüzdeki çok kutuplu dünyada özellikle Çin ile rekabet ekseninde yeni bir boyut kazanıyor.

Trump dönemi ABD dış politika stratejisinde geleneksel normların sorgulandığı ve ABD’nin küresel rolünde reel-politiğin zorladığı büyük değişimler olacaktır. Trump’ın Kanada, Panama ve Grönland’da hak iddia etmesi, Meksika Körfezinin adını değiştirme girişimleri ise Atlantik müttefikleri içerisinde güvensizlikten çok öte bir parçalanma dönemine girilebileceğini göstermektedir. Trump dış politikasını anlamak için ABD’nin uluslararası ilişkilerde stratejik olarak dönüm noktalarına göz atalım.

MONROE DOKTRİNİ (1823):
AMERİKA KITASININ KORUNMASI

ABD’nin dış politika temelleri, 1823 yılında ilan edilen Monroe Doktrini ile atıldı. James Monroe’nun başkanlığında ortaya konan bu doktrin, Avrupalı emperyalistlerin Amerika kıtasına müdahalesini reddederek kıtanın ABD’nin nüfuz alanında kalması gerektiğini ilan etmiştir.

Bu politika, ABD’nin henüz ekonomik ve askeri olarak güçsüz olduğu bir dönemde kıtasal önceliklere odaklanma stratejisinin bir ürünüydü. Monroe Doktrini, hem bir savunma hattı hem de bir “emperyal hedef” öngörüsü olarak ABD’nin gelecekteki çıkarlarını koruma vaadi taşıyordu. Bu yaklaşım, ABD’nin Batı Yarımküre’yi kendi egemenliği altında görme arzusunu ortaya koydu. Doktrinde yer alan “kabuğuna çekilme” ya da “karışmazlık” ilkeleri adı altındaki prensipler ise ABD’nin güç kazanana kadar “uygulamaya mecbur” olduğu pasifist durumun bir yansımasıydı. ABD, 19. yüzyılda büyük ölçüde Britanya’nın Kraliyet donanmasına muhtaç şekilde kendi askeri gücünü artırmakla meşgul olacaktı.

KIRILMA NOKTASI:
1895 VENEZUELA KRİZİ

19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde ABD, dış politikasını daha etkin ve agresif bir şekilde uygulamaya başladı. Ekonomik ve askeri olarak beklenen gelişme sağlanmıştı ve Monroe Doktrini değiştirilecekti. 1895 yılında Avrupa’nın büyük güçlerinin Venezuela’da yeni keşfedilen değerli maden ve mineralleri sömürme isteği ve Karayipler’de etkisini artırma çabası, ABD tarafından Monroe Doktrini’ne yönelik bir meydan okuma olarak görüldü. ABD, Guyana’daki sınır uyuşmazlığında Britanya’ya karşı çıkarak bölgeye müdahale etti.

Bu kriz, ABD’nin Batı Yarımküre’deki hâkim güç olarak kabul edilmesini hızlandırdı. Dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’nin, “ABD, Batı Yarımküre’de artık hâkim güç oldu” itirafı, bu yeni dönemin önemli göstergesi oldu. ABD, bu olaydan sonra bölgede hem ekonomik hem de askeri gücünü artıracak politikaları hayata geçirdi.

ROOSEVELT VE YENİ SÜREÇ

Theodore Roosevelt’in başkanlığında, 1904 yılında Monroe Doktrini sözde yeniden yorumlandı ve “Roosevelt Corollary” olarak adlandırılan yeni bir anlayış geliştirildi. Bu doktrin, ABD’nin Batı Yarımküre’deki herhangi bir çatışma ya da müdahaleye “uluslararası polis gücü” olarak müdahil olması gerektiğini savundu. Bu yeni politika, ABD’nin küresel bir güç haline gelmesinin önünü açtı ve Latin Amerika’daki ekonomik ve siyasi etkisini artırdı.

Roosevelt’in stratejisi, deniz yolları ve limanlar üzerindeki kontrolün önemine vurgu yaparak Panama Kanalı projesinin tamamlanmasına liderlik etti. Kanalın inşası, ABD’nin hem ekonomik hem de askeri olarak Atlantik ve Pasifik okyanusları arasında stratejik öneme sahip bir hâkimiyet kurmasını sağladı.

TRUMP DÖNEMİ:
KÜRESEL DARALMA STRATEJİSİ

Donald Trump’ın başkanlığında (2017-2021), ABD dış politikasında yeni bir döneme girildi. “Önce Amerika” sloganı, ABD’nin uluslararası çıkarlarının çoğunlukla ekonomik ve askeri önceliklerle sınırlandığını ortaya koydu. 2020 Şubat ayında Doha’da Taliban’la masaya oturarak ABD’nin yenilgisi ortaya çıktı ve Afganistan’dan çekilme anlaşmasının imzalanması ve akabindeki olaylar bunun en net göstergesi oldu.

2024 Kasım’ında yeniden seçilen Trump’ın Grönland’ı satın alma teklifinden Panama Kanalı üzerindeki vurgularına ve Meksika Körfezi’nin adını değiştirme çabalarına kadar uzanan çeşitli hamleleri, ABD’nin kendi çevresindeki deniz yolları ve limanlara daha fazla odaklandığını göstermektedir.

Trump döneminde Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında özellikle deniz yolları üzerindeki etkisini artırması ve Çin’in ABD’yi tahtından ederek dünyanın en büyük deniz gücü olması, Trump’ı bölgesel stratejiler geliştirmeye zorlamış olabilir. “Hint-Pasifik Stratejisi” kapsamında Çin’in büyüyen deniz gücüne karşı ittifaklar kurma çabası ve ABD Deniz Kuvvetleri’nin bölgede artan varlığı, bu rekabetin boyutunu gözler önüne sermektedir.

GERİLEYİŞİ ‘ÇEVRE’DE DURDURMA STRATEJİSİ

ABD’nin dış politikası, tarihsel olarak Monroe Doktrini ile başlayan ve Roosevelt Corollary ile gelişen “hâkimiyet” anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Trump dönemiyle birlikte ABD, çok kutuplu bir dünyada çıkarlarını koruma amacıyla “küresel daralma stratejisi” benimsemiş ve deniz yolları üzerinden yeni bir rekabet stratejisi geliştirmiştir. Çin’in artan etkisi karşısında bu stratejinin gelecekte ne kadar etkili olacağı, uluslararası sistemdeki dengelerin nasıl şekilleneceğine bağlı olarak şekillenecektir.

Yakın zamanda Çin Devlet Başkanı Xi’nin Peru kıyısında 3,5 milyar dolara mal olan, nakliye süresini 23 gün, lojistik maliyetlerini de yüzde 20 azaltan bir konteyner limanı açılışı yapması bugün ABD’de “Dün Britanya’ya karşı koyduğumuz güçten bugün yoksunuz, Çin finansmanı ile açılan limanlar hegemonyamıza büyük tehdit” yorumlarıyla karşılanıyor.

İroniktir, ABD’nin önce Sovyetler şimdi de Çin ve gelişen dünya ülkelerinden önce, 19 ve 20. yüzyılın yarısına kadar uğraştığı esas kuvvetler, içinden çıktığı ve ekonomik, siyasi ve kültürel olarak tıpa tıp aynısı olan sistemiydi. ABD ilk olarak Britanya başta olmak üzere Avrupalı emperyalist kuvvetlere” kendi sistemlerinin daha iyisini kuruyorum” diyerek mücadele etti. II. Dünya Savaşı sonrası “Komünizm tehlikesi” adı altında Sovyetlere karşı bu Avrupalı güçleri konsolide ederek kurduğu sistem bugün paramparça olmaktadır. Trump bunun en net göstergesidir. Bugün Çin başta olmak üzere Avrasya’nın yükselen güçleri ve Afrika’dan Latin Amerika’ya buna destek veren kuvvetlerle ABD daha önce tecrübe etmediği bir “tehdit” ile karşı karşıyadır.

HANGİ AVRUPA?

O yüzden buna “Yeni Soğuk Savaş” diyen herkes tarihi bir hata yapmaktadır. Bugün ABD’nin sözde “komünizm” havucuyla konsolide edeceği bir Avrupa -ya da Japonya, Hindistan, Güney Kore vb. Asya güçleri yoktur. Trump bu yüzden gerileyen Amerikan emperyalist ihtişamının gölgesini kullanarak güç siyaseti ile bunu sağlamaya çalışmaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan ve ABD’nin “ilerletme” sözüyle sahiplendiği sözde demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi liberal değerler de Trump tarafından ayak altına alınması sebebi bundandır. Trump’ın kazanmaya çalıştığı bir Avrupa yoktur çünkü bu değerleri savunan liberal Avrupa ona müttefik değildir.

Dolayısıyla Trump’ın Meksika, Panama, Kanada ve Grönland üzerinden kabuğuna çekilen ABD’nin çevresini güvene alma stratejisi Avrupa’yı kazanmadan daha önceliklidir. Avrupa içinden yükselen milliyetçilik ve NATO karşıtlığı ise ikincil boyutta Avrupa’ya yönelik ABD’nin yeniden strateji üreteceği alan olarak kalmaktadır.

ABD Araç Asya Natosu Avrupa Bayraktar TB2 bayram BLCU BRICS burs China CSC Culture Ekonomi eğitim hukuk Kore Kültür Pekin Rusya Scholarship Sinciang Sinciang Uygur Ozerk Bolgesi Sino Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Sino Turkish Studies Tayvan Trump Turkiye Türkiye USA Uyghur Wang Yi Xi Jinping Xinjiang ZJUT Çin Çin bursları çin Şanghay

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir